info @ istanbulungazetesi.com

TAVŞAN 'IN KARNE NOTU

"Onca yıl, herkes söktüğünü dikerek çıktı insanların içine, ben diktiğimi sökerek" der sevdiğim bir şair. Geride kalan yıl, bu devranın döndüğü ve söküp dikilenler üzerine hayli hikayeye tanıklık ettiğimiz bir yıldı.

Eskiden bir bardak suyun ne kadar ihtiyaç olduğunu düşünürdüm. Şimdi kalkıp o suyu bulup içmeyi sonra bir başkasına bir bardak su getirmeyi öğrendim .Yanlışları tespit tutanağı olan defterim bir endam aynasına dönüşüyor şimdilerde. Eşyanın bir hakikati olduğu gibi insanın da bir hakikati var. Söküp dikeyim derken unuttuğu bir yerde. Dünyanın dönmeye yemin etmesi gibi hakikatin de unutulmakla solmayan bir rengi var muhakkak.

Dönüşüp duran, devinip duran kalp gibi. Ararız yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi karınca hızında, toprağın izinde ve gölgelerimizle... Ölüm anını anlatmak için "Boğazdan dikenli bir tel geçmesi" gibi acı bir tasviri okumuştum bir yerde. İnsan yaşamından nerden baksan bir kaç kez ölüyor ve yeniden doğuyor. Yeni bir ben doğuruyor hamurundan kalandan. Savaşlar, afetler, soykırımlardan sonra ne kaldıysa elinde. İşte bu yüzden belki yaşarken en az bir kaç kez boğazından dikenli bir teli söküp atmak gerekiyor bir gayret .

Dünyadaki buna en yakın tecrübe içindeki anne, baba temsilini çıkarıp, o savaştan arta kalanla bir ben yapmaktır sanıyorum. Zor işler. O yüzden elini değen kaçıyor. Ne çare ki en çok da kaçanların her yutkunduğunda boğazına bir şeyler batıyor.

Velhasıl, her şekilde "ölmeden evvel ölünüz ".

İnsan kendinden yaptığı heykellerin içinde sıkışan asıl parçayı arar. Bu bakımdan "hayalet avcısına" dönüşür. Aynalardan topladığı suretleri de bir cadı kazanında kaynatıp konsantresini şişeleyen büyücüye dönüşür bazen. Konserve de yapar kelimelerinden ve yaşam tasavvurunu kavanoza koyup izler. Cam izi cana dönüşür. Yüzünü camda yüreğini can'da görür. Kendinde eksik bulduğu ne varsa en değerli onlardır ve benim de öyle olmam gerek diye düşünür. Ruhunda tavşan kaç tazı tut oyunu başlar. En sonunda tavşan kaçmaktan tazı kovalamaktan yorulur.

Daha "iyi biri " olmak için koştuk ve yetişemedik yorulduk. Bir türlü kendimizde ki o iyiyi olduramadık.

İyi hep uzaklarda bir yerdeydi. Yusuf'un şansına 11 yıldız, güneş ve ay, İbrahim'e bıçak, Musa'ya korku, Süleyman'a fısıltı, İsa'ya biraz keder, bize "iyiyi kendinde aramak "

Hızır ile gezen Musa formunda. Hızır tutar mı elimizi? Duvarın ardını görebilsek, kendi radyasyonumuzla baş etmeyi öğrenir kanatları bağlı bir kuş tedirginliğimiz tüy tüy azalırdı. Acı verecek gerçek yerine kusurlu mutluluk iksirleri aramazdık belki de... İyiyi neden kendimizde aramadık?

Çünkü aceleciydik

Çünkü çift nakış sıkılırdık

Çünkü ötekiler ulaşılmazdı

Çünkü kılıç kuşanmayı severdik

Çünkü hep gıptakârdık...

Çünkü iyilik ve iyi içimizde. Daha iyi insan olmak için uzakta bir yerlerde  steril bir ortam  yaratmaya çalışmak modern insanın içine düştüğü  bir kuyu…

İğneleyici konuşan bir halaya, küçümseyen bir teyzeye, değersizleştiren bir dayıya, soğuk davranan bir amcaya, kıyaslandığın kuzenlere maruz kalmak, varlıkları ve yaralayıcı /tetikleyici işlevleriyle bizi dış dünyadaki kötüye de alıştırıyorlar bir bakıma…

Ve bir imkan doğuyor insana iyi ve kötü arasında bir seçim yapma imkanı. Kendi içindeki aydınlık ve karanlığa temas etme ve güçlenerek tarafını seçme imkanı…

Etrafındaki her şey yalnızca bir ayna…

Olmayı düşlediğin kişiyi içlerinden bir çiçek buketi yapar gibi toplayabilirsin.

Bunu yaparken kendini korumaya ve kendin olmaya devam etmenin hafifliğiyle.

Kendi karanlığının tanıdık sıcaklığında fark etmeden bekleşen ne çok insan vardır.

Bir mahşer yaratırlar kendilerine korkudan, kaygıdan, endişeden, güvensizlikten yapılmış koca bir meydan.

Arabesk şarkıların, acılı filmlerin, kavuşmayan aşkların, şiddetin içselleştirildiği evlerin, sevgisiz yatakların, çalınmayan kapıların ıssız dudaklarında harlarlar kahır ateşlerini.

Tanıdık olan yakmaz. Bu yüzden buluverirler karanlıklarına eş ilişkileri.

Yabancı olan alerji yapar dokunur. Bu yüzden sıcak bir gülümsemenin yanından başını çevirip geçiverirler.

Güvenmek zordur.

Hani olur ya o durağa neşeli bir şarkı, güvenli bir aşk , sıcak bir dostluk geliverecek olsa kirpi gibi dikenlenirler.

İnsan içine doğduğu evin havasını , suyunu sıcaklığını, nemini, küfünü, pasını ,haşeresini alıp nereye giderse oraya götürüyor.

Adına kara talih, baht, kader diyerek.

İçinin karanlığına doğru yürü yürü yürü daha da yürü.

Yolun sonunda mutlaka bir aydınlık görürsün. İnsanın kalbi nurdan ve muhabbetten yapılma bir elmastır nerden baksan…

Ne geçtiği yollardan incinir, ne paslanır, ne nuru söner.

İçinde çalan en eski şarkıyı dinle. Göreceğin her aynadan daha fazla haber getirir kendine senden.

Ne diyordu şair,

“Eve dön, şarkıya dön kalbine dön.”

Kalbin gördüğün tüm karanlıklardan daha fazla sen’dir, senindir.

İyilik insanın süt gibi niyetiydi. Kendin de olanı değiştirmek değil, onu hayra kullanmaktı.

İyiliği kendisinde aramaya karar veren tavşan bir ağacın altında oturdu. Tazıya bir bardak su ikram etti. Birlikte dinlendiler. Gün sonunda kanaat notu kullandım tavşana. İyi verdim . Karne notuydu… Şımarmasın diye “Pekiyi” vermedim.